Döneklik ve kahramanlık üstüne...

İnsanların yaşamlarında unutamadığı anlar, olaylar, kişiler vardır. Tabiiki "özelim"le ilgili olanları taşımayacağım buraya. Bu bölüm sürekli güncellenecek. Medya tarihi, siyasi tarihimiz, basın özgürlüğü, habercilik, insan ilişkileri, medyadaki yöneticiler, mesleki tarih adına örnek teşkil edecek çoğu hiç bilinmeyen önemli olayları taşıyacağım bu sayfaya, İlk olarak televizyonculuk hayatımdaki unutamadıklarım arasında ilk sırada yer alan olaylar zincirini paylaşacağım sizlerle...

Neden "Dönek" ilan edildim?

Flash TV'de bir yandan haber müdürlüğü görevini sürdürürken bir yandan da Düzlem Ayna programını hazırlayıp sunuyordum. Benim tüm programlarımda olduğu gibi bu programda aykırı, ezber bozan bir içeriğe sahipti. Yani suya da dokunuyorduk, sabuna da. Yaptığım onlarca Düzlem Ayna programından birisiydi... Başörtüsü nedeniyle yasalar gereği üniversiteye alınmayan kız öğrencilerin İstanbul Üniversitesi'nde "ikna odası" adlı hücrelere sokulup bir de kamerayla kayda alındıklarını öğrenince araştırmaya karar verdim. Olay doğruydu. Ancak uygulamayı yapanlar, "bu tamamen başörtüsünü çıkartmadığı için eğitimi yarım kalan öğrencilere psikolojik danışmanlık desteği verilmesine yönelik bir eylemdir" dediler.

Hangi yasayla, hangi hukuksal temele göre bu uygulamanın yapıldığını araştırırken bir yandan da o odaların içinde neler yaşandığını öğrenmek için öğrencilere ulaştım. Öğirenciler odalarda kamera olduğunu açıkladı. Kamera neden kurulmuştu? Görüntüler neden kaydediliyordu? Bu görüntüler kime, kimlere, hangi kurumlara gidecekti? Bu bir anlamda fişleme değil miydi? Bu sorularla yola çıktım ve geldiğim noktada konuyu canlı yayında programa taşıdım. Başörtülü öğrenciler de, İ.Ü.'nün o zamanki yöneticisi öğretim görevlileri de ayrı ayrı (öyle istedikleri için) programa katılıp görüşlerini ortaya koydu.

Ekrana çıkan başıörtülü öğrenciler ve onları destekleyen örgüt temsilcileri kameralı ikna odalarının yasalara ve insan haklarına aykırı bir uygulama olduğunu söyleyince olanlar oldu. Ortalık ayağa kalktı. Bu süreçte öyle şeyler gördüm ve duydum ki... O kadar çok şaşırdım ki... Tüm değerlerim altüst oldu. Görüşlerine inandığım, kitaplarını okuduğum, söyleşilerine gittiğim pek çoklarının "tahammülsüzlüğüydü", "hoşgörüsüzlüğüydü", "ön yargılarıydı" beni şaşırtan ve değerlerimi altüst eden.

Laiklik, çağdaşlık ve demokrasi kulvarında yıllar boyu omuz omuza mücadele verdiğim insanlar tarafından "döneklikle" suçlandım. "Türbanı savunmakla" suçlandım. "Atatürkcülüğe zarar vermekle" suçlandım. "Laik rejimi değiştirmek isteyen şer odaklarının maşası olmakla" suçlandım. Aleyhimde toplantılar düzenleyen, sayfalar dolusu yazılar yazan, telefon açıp hakaret eden bu insanlara karşı ısrarla ve inatla, "İnsan hakkında ayrım olmaz. Solcuya-sağcıya, türbanlıya-başı açığa, sokaktaki sıradan insana bile yapılan haksızlığa aynı ölçüde karşı çıkmalıyız" görüşünü savundum.

"Hezeyanlar içindeki dönek..."

Tüm bunlar olurken ve de bunların üstüne, Bursa'da başörtülü bir öğrenci eylem sonrası polis müdürünce fena halde dövüldü. Görüntüleri ekrana getirdim. O kızı buldum, konuştum. Ve bir insanın polis tarafından dövülmesinin yasalara ve insan haklarına aykırı olduğunu söyleyince ortalık yine ayağa kalktı. Yine kalemleri, mikrofonları, sayfaları, kürsüleriyle saldırdılar. Ne ikinci cumhuriyetciliğim kaldı, ne satılmışlığım ne de dönekliğim. Ben "hain" dim. Ben "değişmiş" tim. Bir öğrenciye eyleme katıldığı için polis şefinin dayak atmasını, sırf başı örtülü diye "mübah" mı sayacaktım. Saymadım, sayamadım. Güldüm geçtim atıp, tutanlara. Ama bir kenara da yazdım o arkadaşların bu çifte standart insan hakları anlayışlarını.

Olaylar ardı ardına gelişti. Yukarıda anlattığım tartışmaların daha mürekkebi kurumadan bu kez "sol görüşlü" öğrenciler nedeniyle kızdırdım, "laikliği ve Atatürk Türkiyesi'ni" kendi tekellerinde sanan bu kişileri. 17 Ağustos 1999 depreminin ardından İstanbul Üniversitesi Avcılar yerleşkesindeki binalarda hasar oluşmuştu. Bu binalarda eğitim yapmak istemeyen öğrencilerden 2'si hakkında rektörlük soruşturma başlatmıştı. Öğrencileri programıma çıkarttım. Uzmanları konuşturdum. Öğrenciler okuldan uzaklaştırıldı. Çalıştığım kurumun muhabirlerinin üniversiteye girmesi yasaklandı. Benim için de basına, kamuoyuna ve öğretim üyelerine, "hezeyanlar içindeki adam" açıklaması yaptılar.

Meslek örgütlerince, "içine girilmesi sakıncalı. Güçlendirme çalışması yapılmalı" denen binalarda öğrenciler eğitim yapmaya zorlanırken, eğitim yapmak istemeyip hakkını aramaya kalkanlar "örgüt elemanı olmakla" suçlandı. Çok tehlikeli "örgütcüydü" bunlar. Öğrenci falan değillerdi. Oturdum düşündüm. Duvarlardaki çatlakları da "komunist mihraklar" açmıştı herhal... Ne yani ben sırf bu çocuklar solcu diye, duvarları çatlamış binalara girmelerini de "mübah" mı görecektim. Ancak durmadım, ısrar ettim. Bakanını, milletvekilini, uzmanını topladım bir araya. Ve dosya kapanmadı. TBMM'de Araştırma Komisyonu kuruldu. Gazetelerde köşe yazıları yazıldı. Üniversite yönetimi, kendi dünya görüşlerine yakın yazarlarca "sakinliğe" ve "aklı selime" davet edildi. Sonunda binalarda güçlendirme çalışması yapılması kararı alındı. Ama benim "dönekliğim" de "hezeyanlı" şekilde tescillendi böylece.

Neden "Sibop" ilan edildim?

F tipi cezaevleri daha inşaa aşamasındayken ekrandan "olmaz"diye haykıran da bendim. Hücrelerde insanların nasıl kimliksiz ve kişiliksiz hale getirildiğini örnekleriyle, bilimsel raporlarla haftalar boyu Düzlem Ayna programında işleyen de yine ben oldum. Doktoru, politikacısı, uzmanı, yatmışı-çıkmışı... Konuyla ilgili kim varsa aldım programıma. Bu konuda köşe yazısı yazanlar oldu. "Ekranlar lay-lay-lomla doluyken bir Yalçın Çakır yaklaşan tehlikeye dikkat çekiyor" diye yorum yapanlar da oldu. Sonunda onlarca kişinin öldüğü-öldürüldüğü olaylar patladığında çok geçti artık. Devletin koruması altındaki cezaevlerinde onlarca insan, asitle, gazla, mermiyle ölürken, kollar koparken, tutuklu ya da hükümlü o insanların analarını, bacılarını, karılarını, kardeşlerini aldım programıma. Çünkü ulusal yayın organlarında yer bulup seslerini duyuramıyorlardı. Birileri deşmeli, konuşulmalıydı dörtduvar arkasında neler olduğu.

Gözaltında tecavüze uğrayan bir bayanı programıma çıkarttım. Gözaltında taciz ve işkence iddialarını her yönüyle ve taraflarıyla tartıştırdım. Televizyon binasını polisler bastı konuğu vermem istendi. Kabul etmedim. Aynı gece televizyonun servis arabası sivil polislerce durduruldu, "sen misin polislere işkenceci diyen" sorusuna maruz kaldım. Oysa ben polislere "işkenceci" dememiştim. İşkencenin en hasıyla canı yanan, onuru kırılan insanları almıştım kameranın karşısına. Kızdılar, çok kızdılar... Telefon açıp, "O kız örgüt elemanıydı. Neden sahip çıktın?" diyerek küfür edenlere "Tecavüzü mü savunuyorsunuz" sorusunu yönelttim.

Hiç bir örgütün, yapının, organizasyon ya da platformun içinde yer almadan sadece "İnsan Hakları" adına karşı çıkmıştım bu en temel insanlık suçlarına. Bu kez de sosyal demokrat ortaklı iktidarı kızdırmıştım. Bir bakan çıkıp, "Sibop" demişti benim için. Yani F tipi cezaevleri konusunda resmi görüşün dışında hava kaçıran her deliği tıkamışlardı, tek bir yerden hava kaçıyordu. O da Yalçın Çakır'ın hazırlayıp sunduğu Düzlem Ayna programıydı. Ne yapsaydım? Tacize uğrayanı, tecavüz edileni, cezaevlerinde öldürülenleri, kolları kopartılanları, "len bunlar zaten iflah olmaz terörist " diyerek "mübah"mı görmeliydim. Görmedim, göremedim. Başımı kuma gömmedim. Bundan sonra da gömmeyeceğim. Bu en başta benim "gazetecilik görevim."

Onlarca yıllık davalar...

Soğukkanlılıkla, korkmadan, cesaretle, belgeye, bilgiye, tanığa, kanıta, uzmana dayalı programlarla üstüne üstüne gittim, pek çoklarının "aman adım çıkmasın" diye görmezlikten geldiği konuların. Tüm bunlar olurken, tehdit de ettiler, programın engellenmesi için araya adamda koydular, evimi de bastılar. Korkaktılar, karşıma çıkmak yerine gözdağı vermeye çalıştılar. Ben evde yokken, evimi basıp, eşyalarımı parçalayıp, çalışmalarım ve belgelerimi dağıttılar.

Bu kadar aykırılığın bedeli onlarca dava oldu. Bu kadar aykırılığın bedeli, "dönek" damgası yemek oldu. Bu kadar aykırılığın bedeli "sibop"luk oldu. Bu kadar aykırlığın bedeli, hemen her siyasi görüşten "teşekkür" oldu, "gözyaşı" oldu, "nefret" oldu... 8 yıl, 10 yıl, 24 yıl, binlerce liralık para cezası ve hapis cezası talepleriyle yargılandım...

Eee, herşeyin bir bedeli var. Değil mi? "Hamama giren terler derler" biz de terledik. Grip olduk, aksırdık, tıksırdık... Ama bünyemiz sağlammış ayağa kalktık tekrar.

Ayağa kalkmayı, düşmekten korkmamayı başaranlara selamlarımla... 

Ya da

Önumde iki yol vardı ve ben hic gidilmeyeni sectim...

Ocak. 12, 2003

Web Siteleri

NETWORK

Bumerang - Yazarkafe

Flickr